Dezenformasyon ve yanlış bilgi, belirsizlik ve gizlilik içinde büyüyüp gelişir. Avrupa Birliği içinde, demokratik değerlere ve bir bütün olarak AB projesine verilen desteği baltalamaya yönelik kötü niyetli dezenformasyon kampanyalarının yarattığı tehdide karşı artan farkındalık bir dizi sağlam tepki ortaya çıkarmasına rağmen bunlar çoğunlukla dış aktörleri hedef aldı. Üye devletlerin içinden gelen tehditleri ele almak, çözülmesi için üzerine derinlemesine ve hassasiyetle düşünmeyi ve hemfikir olunmuş ortak bir çabayı gerektiren daha akut bir zorluk teşkil ediyor.
Bu yorum yazısı, yerel devlet destekli dezenformasyonun AB demokrasisini nasıl tehdit ettiğini araştıran “Dezenformasyonda Boğulmak” başlıklı dosyamızın bir parçasıdır.
“Sürekli değişen, anlaşılmaz bir dünyada kitleler, aynı zamanda hem her şeye inanacakları hem de hiçbir şeye inanmayacakları, her şeyin mümkün olduğunu ve hiçbir şeyin doğru olmadığını düşünecekleri bir noktaya ulaşmıştı…” Hannah Arendt, The Origins of Totalitarianism, 1951
“Dezenformasyon”u tartışırken en büyük zorluk, onu tanımlamak ve bunu yaparken, dezenformasyonu hedef gözeten kötü niyetli ve istihbarî operasyonlardan propagandaya, son derece dikkatsiz raporlara, magazinel sansasyona ve olguların fikirlerle karıştırılmasına kadar, her şeyi kapsayan bir steno olarak kullanma dürtüsüne direnmektir. Geleneksel medyanın gerilemesi ve dolayısıyla gerçeğin bekçisi olma rolünün azalması, bir bilgi iletim kanalı olarak dijital haber ve sosyal medya platformlarının artmasıyla birlikte, bir “bilgi karmaşası”na neden olmuştur; bu sürecin, bazı üye devletlerdeki hukukun üstünlüğü standartlarının zayıflaması süreci ile birleşmesi, Avrupa Birliği için önemli bir açmaz yaratmıştır. Demokratik değerleri ve pratikte AB’nin ortak çıkarlarını baltaladığı düşünülen anlatıların ülke içindeki üretici ve satıcılarını cezalandırmanın veya bunlar hakkında düzenlemeler yapmanın, gerekli ve övgüye değer olduğu görülüyor ancak bu da bölünmeleri şiddetlendirme ve bunları yayanların konumunu güçlendirme riski taşıyor. Bu zorlukları etkili bir şekilde ele almak, üzerine derinlemesine düşünmeyi ve hatta belki de aşırı detaycı bir yaklaşım gerektiriyor.
Avrupa Komisyonu, dezenformasyon ve kasıtlı olarak yanlış bilgi yaymak arasında bir ayrım yapmaktadır: “dezenformasyon, ‘ekonomik kazanç elde etmek amacıyla veya kasıtlı olarak kamuoyunu aldatmak için oluşturulan, sunulan ve yayılan doğrulanabilir yanlış veya yanıltıcı bilgidir’. Yanlış bilgi, yanlış yönlendirme niyeti olmadan yayılan ve genellikle kullanıcı doğru olduğuna inandığı için paylaşılan doğrulanabilir yanlış bilgidir.” Dezenformasyon, İngilizceye ancak 1950’lerde Rusça dezinformatsiya sözcüğü esas alınarak girmiştir ve “yanlış yönlendirmeyi amaçlayan yanlış bilgi; özellikle bir devlet kurumu tarafından rakip bir güce veya medyaya yönelik propaganda” olarak tanımlanmaktadır. Propaganda ise, “siyasi bir davayı veya bakış açısını desteklemek için kullanılan, özellikle önyargılı veya yanıltıcı nitelikteki bilgi”dir.
Birkaç yıldır, “demokratik kurumları baltalayan ve NATO ve AB gibi kritik Batı ittifaklarını zayıflatan korku ve uyumsuzluk ekmeyi, kurumları işlevsizleştirmeyi” amaçlayan, hedef odaklı yabancı nüfuz yaratma kampanyaları hakkında giderek artan bir farkındalık ve korku söz konusu. Rus devletinin bir “melez savaş” yürütme çabaları, bu ülkenin komşu Ukrayna’yı ve akabinde Kırım’ı ve Donets Havzasının bir kısmını işgal etmesinin ardından, daha geniş kamuoyunun dikkatini çekti ve politika yapıcıların bir kısmında endişeye dönüştü. Rusya, geleneksel ve çevrimiçi medyayı kullanarak süregelen çatışmanın gerçek nedenlerini çarpıtmakla kalmayıp aynı zamanda bu gerçekleri değiştiren ve kurbanı saldırgana dönüştüren anlatıları teşvik ederek, kamuoyunu şekillendirmeye ve toplumları bölmeye, AB’yi zayıflatmaya ve ilerleyişini etkilemeye çalıştı. O zamandan beri, dezenformasyonu izleme, analiz etme ve bunlara karşı koyma alanı büyüdü, medya aracılığıyla kamuoyunu şekillendirmenin yollarını bulmaya çalışan Çin ve İran’ı kapsayacak şekilde genişledi ve yanıt olarak devletler düzeyinde ve uluslararası düzeyde bir dizi girişimi harekete geçirdi. Bir güvenlik tehdidi teşkil ettiği kabul edilen dış kaynaklı dezenformasyona karşı güçlü tepkiler etrafında önemli bir seferberlik sergilenmiş olsa da demokratik toplumlarda dezenformasyonun dolaşımını kolaylaştıran iç zayıflıkların ve güvenlik açıklarının ele alınmasında yetersiz kalınmıştır.
Sadece kamu medyasının içeriğini şekillendirmekle kalmayıp aynı zamanda siyasi çıkarlarını ilerletmek ve güç tahkimi için bağımsız medya kuruluşlarına da kısıtlamalar getiren bazı hükümetler de dahil olmak üzere, dezenformasyon ve “yalan haber” üreten ve yayan yerel unsurların bir tehdit oluşturduğuna dair artan bir farkındalık var. Ancak “dezenformasyon” teriminin kullanımına politik anlamlar yüklenmesiyle, tanımın bulanıklaştığı ve devletlerin egemenlik hakları ile uluslararası taahhütler arasında ve aynı zamanda daha geniş bir AB kamuoyu toplamının çıkarları arasında denge kurmanın açıkça düşünülmesi gerektiği yer burasıdır.
Sofya’da kurulu Demokrasi Araştırmaları Merkezi tarafından yakın zamanda yayınlanan “Countering Kremlin’s Media Influence in Europe (Kremlin'in Avrupa'daki Medya Etkisine Karşı Mücadele)” adlı bir araştırma, Rusya yanlısı anti-demokratik anlatılara hakim olan ortak noktaları belirledi: “Kremlin’in alet çantasının önemli bir bileşeni … Avrupa’nın bilgi alanlarına milliyetçi, göçmen karşıtı, kadın düşmanı ve ekonomik açıdan dar kafalı mesajlar sürmek ve böylece halkların demokratik değerlere olan bağlılığını aşındırmak olmuştur.” Karşı karşıya olduğumuz açmaz, bazıları bu çevrimiçi dosyada ele alınanlar da dahil olmak üzere birçok AB ülkesinde, bu anlatıların kimi zaman, devletlerin desteklediği anlatılardan ayırt edilemez olmasıdır. Bu anlatılar arasında milliyetçi duygular ve uygulamalar, (AB’nin milliyetçilik üstü değerlerinin tam aksine veya onunla rekabet halinde) bir egemenlik anlayışı, aile değerleri, (büyük ölçüde göç kriziyle ilgili) etnik ve dinî bir arada yaşama ve kapitalizm ve küreselleşme bağlamında devletin ekonomik çıkarları yer alıyor.
Üstelik, birçok bildirge ve sözleşmeye doğrudan aykırı hareket eden bu devletlerin bu metinler altında imzası vardır. Ayrıca, Avrupa Birliği’nde medya çoğulculuğu ve medya özgürlüğüne ilişkin Avrupa Parlamentosu kararı 3 Mayıs 2018’de kabul edildi. “… Hükümet üyelerinin ve yandaşlarının ticari medya kuruluşlarını satın alması ve kamu hizmeti yapan medya kuruluşlarını partizanca çıkarlarına hizmet etmesi için el koyması gibi, Avrupa Konseyi Gazeteciliğin Korunması ve Gazetecilerin Güvenliğinin Sağlanması Platformu’nda tipik olarak teyakkuz hali oluşturmayan daha karmaşık yollar da dahil olmak üzere, eleştirel medyayı susturma ve medya özgürlüğünü ve çoğulculuğu ortadan kaldırma girişimlerini kınar.” Bir Medya Özgürlüğü Yasası yapılması çağrısı, bu karara dayanıyor gibi görünüyor.
Devlet destekli dezenformasyonu geleneksel medya ortamındaki geleneksel propagandadan ayırt etmek, büyük ölçüde mülkiyet yapılarının incelenmesine bağlıdır. Komünizm sonrası ülkelerde, devlet medyasını kamu yayıncılığı yapan medyaya dönüştürme çabaları her zaman zorluklarla karşı karşıya kaldı ve iktidardaki partilerin, bazı devletlerde diğerlerine oranla çok daha fazla, uyguladığı baskıya karşı savunmasız kaldı. Hem radyo-televizyon yayıncılığının hem de basılı bağımsız medyanın gelişmesi, demokratik ilerlemenin, birçok eski Varşova Paktı ülkesinin Avrupa Birliği’ne katılmasıyla tamamlanmış sayılan bir sürecin işaretiydi. Bununla birlikte, geleneksel medya tüm dünyada bir sürdürülebilirlik kriziyle karşı karşıya ve hükümetlerin kendi ülkelerindeki medya pazarları üzerinde giderek daha baskın konumlar elde etmesiyle, geçtiğimiz birkaç yıl içinde çok sayıda geri gidişler yaşandı.
Dezenformasyon Uygulama Kuralları (Code of Practice on Disinformation) ve Dijital Hizmetler Yasası (Digital Services Act), sosyal ve çevrimiçi medyanın dezenformasyonun yayılması üzerindeki etkisinin yanı sıra algoritmalar ve çevrimiçi reklamcılık aracılığıyla çevrimiçi pazarın anlamın çarpıtılması da dahil olmak üzere, AB içindeki çevrimiçi alanı, tamamlayıcı bir yöntemle, ele almayı ve düzenlemeyi amaçlamaktadır. Komisyonun medya ve görsel-işitsel sektörün toparlanmasını ve dönüşümünü destekleme amacı taşıyan Eylem Planı ile birlikte, AB genelinde uygulanabilir, güvenilir ve şeffaf medyayı güçlendirmek konusunda ortak bir çaba var. Bununla birlikte, devletin medya üzerinde daha geniş bir denetim kurmaya çalıştığı ülkelerde uygulama zorlu ve tartışmalı olabilir çünkü genellikle yerel medyayı yabancı etkilerden korumak adına bu yola başvurulduğu söylenir ama pratikte hükümetin görüşleriyle örtüşmeyen seslerin bastırılmasıyla sonuçlanır. Meşru ve bağımsız kuruluşlara destek vermek, AB’yi/Avrupa Komisyonu’nu ulusal hükümetlerle çatışmaya sokabilir ve ulusal hükümetler bunu egemenlik haklarının ihlal edilmesi, içişlerine karışılması ve seçilmiş hükümetleri devirmeye çalışmak olarak algılanıp böyle yorumlanabilir.
Ortaya çıkan kaçınılmaz soru, iletişim stratejisi de dahil olmak üzere, vatandaşlarının çıkarlarını kendi anladığı şekilde güvence altına almak için egemenlik hakkını kullandığını iddia eden bir hükümet ile, daha genel olarak kamuoyunun çıkarlarındansa kendi özel çıkarlarına hizmet eden şüpheli veya kışkırtıcı bilgilerin yayılmasına izin veren bir hükümet arasında ayrım yaparken gerçeğin hakeminin kim olacağı sorusudur. Devlet destekli dezenformasyon, devlet tarafından finanse edilen bir kuruluşun doğru olmayan olguları, yanlış yönlendirme (dolayısıyla muhtemelen zarar vermek) amacıyla halkı aldatma kastıyla, bilerek ve isteyerek sunduğunu göstermek anlamına gelecektir. Bağlayıcı ve uygulanabilir kararlar alabilmek için gerekli meşruiyete sahip, uygun bir uluslararası yapı tasavvur etmek zordur.
Kamu yararına hizmet etmekle parti çıkarlarına hizmet etmek arasındaki sınırları tanımlamanın anahtarı şeffaflık ve çoğul bir medya sahipliği yapısı olabilir. Kesinlikle sorunlu olsa da, devlet tarafından finanse edilen medyaya hakim olan hükümet söylemi en azından biraz daha anlaşılır ve kesinlikle daha net. Bu anlatıların güya bağımsız kuruluşlar tarafından tekrarlanması, nihayetinde daha sorunludur ve aslında tıkanmış bir bilgi ortamında çoğulculuk yanılsaması yaratır. Bir hükümetin kamu yararına olan anlatıları yaydığı iddia ediliyorsa, bu açık ve şeffaf bir şekilde yapılmalıdır, aynen devlet dışı ve özel aktörlerin bağlantılarını ve dış kaynaklardan edindiği finansmanı açıklamasında ısrar edildiği gibi. Ancak, AB tarafından getirilen, yabancı medyaya karşı yerli medya sahipliğini korumaya yönelik fazlasıyla yasaklayıcı düzenlemeler, özellikle demokrasiyi destekler gibi görünerek ticari çıkarları incelikle gizleyen AB’ye, ve giderek artan bir şekilde “Batı”ya, duyulan bu güvensizlik ortamında, anlaşılması güç bulunabilir. Ayrıca, Orta Avrupa Medya İşletmeleri’nin (CME) Çek Cumhuriyeti’nin en zengin iş adamı olan (ve ‘2021 Mart sonunda ölen) Petr Kellner’e ait PPF Group holdingine satışının Avrupa Komisyonu’nun Ekim 2020 tarihli kararı ile onaylanması gibi başka sorunları da gündeme getirebilir. Kellner, potansiyel Pazar yoğunlaşması endişelerine ek olarak, ayrıca vekaleten Çin adına hareket etmekle de suçlanıyordu; bu her iki konu da, Avrupa Komisyonu’nun karar alma süreçleri hakkında soru işaretlerine neden oldu.
Zarar vermek için aldatma kastı, dezenformasyon tanımının merkezine alınırsa, o zaman ülke içine odaklanan devlet destekli anlatılar söz konusu olduğunda, bunu doğrulamak oldukça zor olabilir. Avrupa Birliği’nin, üyelerinin bilgi alanı üzerinde hakem ve düzenleyici olarak hareket etme çabaları, övgüye değer (ve vaka incelemelerinin gösterdiği gibi, belki de birlikte hayatta kalması için gerekli) olsa da Birliğin son derece dikkatli ve tüm üye devletlerin açık desteğiyle gerekiyor. Tartışmasız bir bağlılığın gerektirdiği meşruiyet sağlanmadan, bu tür organlar aslında, hem içeride hem de dışarıda, AB’yi zayıflatmak isteyenlere güç verebilir.
Burada ifade edilen görüşler yalnızca yazara aittir ve Uluslararası Cumhuriyet Enstitüsü’nün görüşlerini yansıtmaz.
Bu metin İngilizce'den Türkçe'ye Deniz Tuna tarafından çevirlmiştir.